29 Ocak 2010 Cuma

İtiraf

Muhtemelen yüzbininci kez okumak durumunda kalacaklar olacaktır aranızda ama olsun, yine de burada paylaştığım ilk yazılardan olsun istedim =)

***

İTİRAF
Zordur insanın âşık olduğunu kendine itiraf etmesi. Türlü hengâmeler arasında neden zaman zaman öylesine dalıp gittiğini, yerli yersiz sözler etmesinin, zamansızca gülüp, durup dururken ağlamasının sebebini nihayet kavramak ağır gelir insana. Afallar, duralar. Önce bir sorgu başlar içinde: Sahiden de aşk mı buna verilmesi gereken isim? Yoksa ben mi abartıyorum, ben mi çabalıyorum duygularımı bir kalıba sokmak için? Yok canım, ne alakası var, neden durup dururken başıma iş almak isteyeyim ki...

Ve sonra söz konusu kişiyle göz göze geldiği bir anda tüm sorguları bir tarafa bırakır. Sonunun mutsuzluk mu huzur mu getireceğini bilmeden kendini bir garipliğe kaptırmıştır artık. Kontrolü hepten yitirmiştir. Onun her sözünden, her bakışından, her davranışından bir anlam çıkartıyordur fark etmeden. Umutlandırıyordur kendini ve şüphesiz mutlu ediyordur çocukça. Derken zaman, mekân, kişi karışmaya başlar birbirinden ayrılmamacasına. Öyle ki onun yanındayken hiç kimse, hiçbir söz etki etmiyordur. Hani derler ya, “Sanki bir o var bu dünyada bir ben” diye... İşte tam da bunu yaşıyordur şimdi kaygısızca.

Ama her şey gibi bu kaygısız mutluluğun da bir sonu vardır. Ufak endişeler baş gösterir yavaş yavaş. “Acaba”lar ve “keşke”ler çoğaldıkça kalp ağrısı da artmaya başlar. O şiddetlendikçe de geçmişten kalma yaralar varlıklarını hatırlatır insana. Karşılık aranıp da bulunamayan her aşk, her hayal kırıklığı bir kez daha yakar insanın canını yok yere.

Ve sıra uykusuz gecelerdedir. Bu noktada artık herkes adına konuşamam ama uykum iyice kaçınca çözümü hayalî diyaloglarda bulurum ben zaman zaman.
Uzun, bitmek bilmeyen bir diyalog başlar böyle zamanlarda. Ben ve o arasında sürdüğünü varsaydığım ve bir yerden sonra devamını hep alternatif sonlara bağladığım diyaloglar zincirinden, kısa senaryolardan bahsediyorum. Kimi mutlu son, kimi gerçekçi, kimi üzücü... Ama benim ilk sözüm hep aynıdır. Hep klasik, alışılmış cümleler...

“ Bunu fark etmem gerçekten uzun zaman aldı. Yalnızken söylemek zorundayım o yüzden bir an önce söylüyorum lütfen sözümü kesme. Ben... seni çok uzun zamandır seviyorum. Sahiden. Biliyorum, cevabın olumsuz olacak olursa -ki muhtemelen öyle olacak- saçma sapan bir duruma düşmüş olacağım ama daha fazla içimde tutacak olsaydım daha kötü olacaktım! Birçok konuda iyi anlaşabiliriz aslına bakacak olursan; ama ben senin yanında bir süredir kendim gibi değilim. Yani senin yanında büründüğüm o kişiyi sevme zaten. Hiç istemem onu sevmeni, çünkü sürekli garip laflar ediyor o. Kızdırıyor seni saçmalayarak. Sen de onun ben oluşuna bir anlam veremiyorsun hem biliyorum, çünkü benim “gerçek” halime de şahit oldun tanıştığımız o ilk zamanlarda. Neyse. Ben de kendime kızıyorum hep neden orada şöyle şöyle demek varken o şekilde konuştum ki diye. Niye kendim olmayı beceremiyorum, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyorum? Herhangi başka bir zamanda varlığını fark etmeden hayatımı sürdürdüğüm detayların öylesine farkına varıyorum ki aklım bir yandan onlara gidiyor, bir yandan da senin gözlerinden kendime bakmakla uğraşıyorum. Bir de bana ait olmayan bir sesle, bana ait olmayan bir sıralamayla çıkan bana ait olmayan kelimelere şaşırıyorum. Ve bak yine saçmalıyorum, yine kısa konuşamıyorum. Belki imkânsız belki değil, bilmiyorum. Artık buna takılıp kalmıyorum bile. Sadece bil istedim.”

Kalp kıran, bol göz yaşı içeren bir gişe filminin parçası olmak istiyorsam o an, sevilebilirliğimin boyutlarını bilmek istemeyerek ve etraftaki eşyaları devire devire kaçarak gidiyorum bulunduğumuz yerden. Etraftakilerin varlığı yavaş yavaş gözüme çarpmaya başlıyor ve utanıyorum kontrolsüzlüğümden; ama hâlâ engel olamıyorum kendime. O ise benim arkamdan bakakalıyor. Gözlerinin üstümde olduğunu fark etmek ilk kez bu kadar korkutuyor beni. Sakinliğimle övünen ben, tir tir titreyerek adımlarımı sıklaştırıyorum, sırf arkamdan gelecek olsa bile bana yetişemesin diye. Sırf, vereceği tepkiyi o an duymayayım, o mutluluğu ya da o acıyı ya da her neyse o duyguyu biraz olsun öteleyebileyim diye.

Gerçekçiyse senaryom, ne diyeceğini bilemeden bakıyor bir süre bana. Sonra özür diliyor benden, yok yere özür dileyince kendimi daha iyi hissedecekmişim gibi düşünerek. “Belki ileride...” diye düşünme fırsatını kendime veremiyorum çünkü ilerisi dâhil değil senaryoma, çift zamanda yaşayamıyorum bu hikâyede. O an orada yok olmak geliyor yalnızca içimden. Ona olan öfkem yüzünden mi bu hissettiğim, kestiremiyorum. Tek bildiğim kendime acımaya başlamış olmam ve bu durumdan nefret etmem. Ona öfkeliysem de sırf bu yüzdendir belki, kim bilir?

Mutlu sonla bitiyorsa hikâye, meğer kahve fallarına inanmak gerekiyormuş. Meğer asıl kendisinde varmış uzun zamandır sürüp gitmekte olan bir sevilebilirlik sorgusu. Benim ona söylediğim her sözü hep kötüye yoruyormuş kendisinin de sevilebilir olduğunu unuttuğu için, ona hissettirmeye çalıştıklarımı hep yanlış anlıyormuş. Güzel sohbetlerin arasına serpiştirdiği sert çıkışlar bu yüzdenmiş. Hakkımdaki tüm ufak detayları aklında tuttuğunu fark ettirdiği anda bir sözle ya da bir hareketle aklımı karıştırmaları da hep bu yüzdenmiş. Göz göze geliyoruz. Sonra...

Sonra yatağımdan kalkıyorum, pencere kenarına gidip derin bir nefes alıyorum. Hava hâlâ sıcak dışarıda, muhtemelen birkaç apartman ileride gecenin o saatinde kendini balkona atmış o kız da benimle aynı durumda. Hırpalayıp duruyor kendini, belli. Komşunun oğlu da aynı sebepten dalgın bir süredir zaten, “Boş ver, gerçekten sana göre değildi o.” dediğimde buruk buruk gülümsemişti sadece. Çok kızmıştım kendime asansörden inince, o bana aynı şeyi dese nasıl hissedeceğimi düşünmüştüm ve artık kendimle bütünleştirdiğim o hüzün kaplamıştı içimi.

Nedense uyuyamayacağımı kabulleniyorum birden. Tıpkı âşık olduğumu ve yine çok üzüleceğimi (ama belki de bir o kadar da mutlu olacağımı) ve çok ağlayacağımı (ama belki de bir o kadar da güleceğimi, gülümseyeceğimi) ve çok öfkeleneceğimi (ama belki de her seferinde bir kez daha aşkı hissedip durulacağımı) kabullenmem gibi.
Belki biraz iyi gelir diye hafif bir müzikle dolduruyorum odayı.
Uyumuşum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder