24 Aralık 2010 Cuma

Life as we know it

Fragmanını izleyerek bile baştan sona neler olup biteceğini bildiğin filmler olur ya... Kimine çok saçma gelir bu, ne manası kaldı fragmanı izledim, filmi izlemiş kadar oldum diye düşünürler. Ama benim için bir filmin ya da bir kitabın başını ve sonunu bilmek çok da bir şey ifade etmiyor. Örneğin çok sevdiğim Harry Potter serisi boyunca her kitabı kitapevindeki raftan elime alışımda ilk baktığım yerler
1) Arka kapaktaki özet
2) Kapaktaki resimlendirme
3) Son sayfa
şeklinde olurdu. Çünkü cidden sonunun öyle ya da böyle olması pek de önemli değil (inanılmaz absürd bir sonsa baştan öğrenmekte de bir sakınca yok hani, ona göre kendimi kaptırmam mesela). Benim için asıl önemli olan kitap boyunca hissettiğim akıcılık ve filmdeki repliklerden, karakterlerden ve oyunculardan ne kadar etkilendiğim.

Birkaç ay önce sinemadayken fragmanını görüp güzel bir film sanırım diye düşünmüştüm "Life As We Know It" için. Ve evet tahmin edeceğiniz üzere, fragmanına bakıp tüm filmi karakter analizine kadar çözebildiğiniz türdendi kendisi :)


Hikaye basit: Başroldeki kızımızın (Katherine Heigl'ın canlandırdığı Holly) en yakın kız arkadaşıyla esas oğlanın (Josh Duhamel'in canlandırdığı Messer) en yakın erkek arkadaşı birlikte, hatta filmin başında evleniyorlar. Holly ve Messer'ı da bir araya getirmeye çalışıyorlar ama bizim ikili pek anlaşamıyor, neredeyse birbirinden nefret ediyor. Bu cümleden bile anlamışsınızdır canım sonunu... Tabii ki aşık olacaklar! :) Ama romantik komedimizin trajedi kısmı, evli çiftin bir trafik kazasında ölmesi. Küçük kızları Sophie'yi de bu ikliye emanet edince, birbirlerinden nefret eden Holly ve Messer arkadaşlarının evinde evcilik oyunu oynamaya, Sophie için birbirlerine katlanmaya başlıyorlar. Bu arada spoiler verdiğimi düşünmeyin bunlar baya baya fragmandan anladığınız şeyler zaten.

Filmi benim gözümde güzel yapan ise, gerek başroldeki gerek yan roldeki tüm oyuncuların rollerinin haklarını vermesi, sevimli Sophie'nin (ki kendisi üçüzler tarafından dönüşümlü olarak canlandırılıyorlar) tüm o yaramazlıkları ve şirinlikleri, tüm tahmin edilebilirliğine rağmen filmin içerdiği ufak sürprizler ve tabii ki Katherine Heigl ve Josh Duhamel arasındaki uyum (birkaç gün önce izlediğim bir Leighton Meester röportajında, romantik filmlerdeki uyumlu çiftler için sarf ettiği "I'm like... Guys, kiss kiss!" cümlesini film boyunca bana söylettiler en azından).

Noeldir, yılbaşıdır dışarıda alıp başını giden renkli havaya kapılıp kendinizi dışarı attıysanız, yorulduğunuz bir zamanda bolca patlamış mısır eşliğinde izlenesi bir film.

Eh geleneği bozmayayım, soundtrack'inden de birkaç şarkı tavsiye edeyim:

Beggars - You and Me http://fizy.com/#s/1cksvs
Josh Kelley - Tidal Wave http://fizy.com/#s/1tttpi
Free Energy - Something in Common http://fizy.com/#s/1pnr99

Son not... Filmin website'sini de bir inceleyin, benim çok hoşuma gitti tarzı: http://lifeasweknowitmovie.warnerbros.com/#/home/

20 Aralık 2010 Pazartesi

Alanis yeniden...

Neredeyse üzerinden 1 sene geçmiş Precious Illusions'tan bahsedeli bu blog'da.
Kısa bir facebook sohbeti sırasında ismi geçince Hands Clean, Unsexy, You Owe Me Nothing In Return, Surrendering ve Precious Illusions 5'limi playlist olarak arka plana koydum. Gecenin bir yarısı bitirme projemle uğraşadurayım, müzik beni resmen 8-9 sene öncesine götürüyor..
Nostalji bu olsa gerek :)

Öte yandan sözlerin bir kısmının beni her daim özetlemesi de üzücü mü bilemedim...


you'll rescue me right? in the exact same way they never did..
I'll be happy right? when your healing powers kick in

you'll complete me right? then my life can finally begin
I'll be worthy right? only when you realize the gem I am?

but this won't work now the way it once did
and I won't keep it up even though I would love to
once I know who I'm not then I'll know who I am
but I know I won't keep on playing the victim

these precious illusions in my head did not let me down when I was defenseless
and parting with them is like parting with invisible best friends

this ring will me yet as will you knight in shining armor
this pill will help me yet as will these boys gone through like water

but this won't work as well as the way it once did
cuz I want to decide between survival and bliss
and though I know who I'm not I still don't know who I am
but I know I won't keep on playing the victim

these precious illusions in my head did not let me down when I was a kid
and parting with them is like parting with a childhood best friend

I've spent so long firmly looking outside me
I've spent so much time living in survival mode

13 Aralık 2010 Pazartesi

All we need is love...

Bir kış çocuğu olmama rağmen ilkbaharı çok seviyorum ben.. Baharın renkleri, cıvıl cıvıllığı, güneşi, elbiseleri, babetleri mutlu ediyor beni. Öyle kat kat giyinip kardan adam gibi dışarı çıkmak pek hoşuma gitmiyor yani kışın! Bir kere zaman kaybı her girdiğin ortamda üstündekileri çıkarmakla uğraşmaya geçen dakikalar.. Hele ki kışın alışverişe çıkıldığında tam bir işkenceye dönebiliyor gün; t-shirt, üstüne kazak, üstüne mont, atkı, şapka, eldiven derken bu sürede gezilme potansiyeline sahip bir mağaza şansını yitiyor insan resmen :) (Evet üşengeçlik de yok değil kanımda ama anladınız siz ne demek istediğimi.)

Neyse çok alakasız bir giriş oldu; oysa ki Aralık-Ocak-Şubat üçlüsünü neden sevdiğimden bahsedecektim size, sevmememden değil.

Aslında sebebi çok basit: Kar psikolojisi.
Bakın sadece "kar" demiyorum çünkü kardan öte karın getirdiği ruh hali inanılmaz oluyor. Ortaokul/lise yıllarında "Kar yağsın da tatil olsun" beklentisiyle hava durumu takip ediliyor, ufak flört hareketlerine de sebep olabilecek kar topu savaşı heyecanla bekleniyor, doğum günü benim gibi bu aylarda olanlar doğum günü hevesine kapılıyor (her ne kadar kar azizliğine uğrama ihtimali yüksek olsa da, canın sağ olsun kar.). Bir de tabii "Bunca soğuk bir işe yarasa bari" düşüncesine kaptırıyor insan kendini ya da etrafı normalden farklı olarak tek bir renk olarak görmek ilginç geliyor insana.

Ama tüm bunlardan öte, kar demek benim için Love Actually demek.
2003 yılında sinemada izlediğimden beri gelenek haline getirdim: Kışın kar yağdığı dönemlerde başa alıp alıp Love Actually izlemezsem içim rahat etmiyor. Hatta resmen sırf havalar soğusun, kar yağsın da ben de Love Actually moduma gireyim diye bekliyorum :) Yazın izleyince havasına bürünemiyorum filmin; illa etrafımın bembeyaz karlarla kaplı olduğunu gerçekten göreyim ki kendimi filme iyice dahil hissedeyim istiyorum sanırım tam bilmiyorum ben de sebebini. Ama havaların soğumasıyla birlikte filmin o şahane soundtrack'i playlist'imi domine etmeye başlıyor, karın nihayet yağmasıyla da birlikte battaniye altında Love Actually izlemek, benim için artık bir ritüeli sürdürmek oluyor.

Yazının başlığına nasıl mı bağlayacağım? Filmin mottosunu, Hugh Grant'in açılış cümlesini paylaşacağım sizinle:


Whenever I get gloomy with the state of the world, I think about the arrivals gate at Heathrow Airport. General opinion is starting to make out that we live in a world of hatred and greed, but I don't see that. It seems to me that love is everywhere. Often it's not particularly dignified or newsworthy, but it's always there - fathers and sons, mothers and daughters, husbands and wives, boyfriends, girlfriends, old friends. (...) If you look for it, I've got a sneaky feeling you'll find that love actually is all around.”


All You Need Is Love
http://prostopleer.com/#/search?q=artist%3AAll+You+Need+Is+Love