30 Ocak 2010 Cumartesi

Mr. Darcy

Ömrüm boyunca kitap okumayı sevmişimdir. Ömrüm boyunca diyerek abartmıyorum, geçen 21 senenin 15 senesinde kitap okumadan geçirdiğim bariz bir zaman aralığı olmadı çünkü.

Bir kitabı elimden bırakmadan okumazsam kitaba ve yazarına saygısızlık ediyormuşum gibi geldiği için mi bilmiyorum, kitapları tek solukta okumazsam rahat edemezdim küçükken. Sevsem de sevmesem de sayfaları tek tek çevirirdim, bazen içindeki kelimeleri yutarcasına beynime kazıyarak, bazense (aklımı vermediğimden belki) okuduğum anda bir önceki kelimeyi hatırlayamayacak kadar özensizce devam ederdim.
Bir de kendimi kitaplara dâhil ettiğim zamanlar olurdu ki, eyvah eyvah! Bir TV dizisini izlerken dizide karısını aldatan adama söylenip duran yaşlı teyzeler gibi nasihatta bulunurdum kendimce kitaptaki karakterlere, niye şöyle dedin de niye onu böyle anladın da... Kitaplardan illa bir şey öğrenmek istemezdim ama kendi kendime dersler çıkartırdım bir şekilde. Belki de bu kadar çabuk olgunlaşmamdaki etkenlerin başında da yüzlerce kitap okumuş olmam geliyordu; her ne kadar şimdiki benin “içi dolu” olarak nitelendireceği kitaplarla o zamanki kitaplar arasında uçurumlar olsa da...

Bir proje için 7.sınıfta sadeleştirilmiş versiyonunu okuduğum Pride&Prejudice ise apayrı bir uçtur benim için. “Aşk nedir, birisine gerçekten âşık olacaksam ve âşık olduğuma bir an bile pişman olmayacaksam bu kimdir, ya da en azından kimin gibi olmalıdır?” gibi sorulara cevabımın çabuk gelmesini sağlayan kitabı 13 yaşımda bulmuş olmam şans mı şanssızlık mı, onu şimdi de bilmiyorum. Bildiğim tek şey kitabın 1813te yayımlanmış versiyonuyla aynı olan bir versiyonunu başucu kitabım haline getirmiş olduğum ve kitabın ana erkek karakteri Mr.Darcy’e anında hayran kalışım. İşin komik tarafı bu “fictional” adamı niye bu denli çok sevdiğimi, neden bu kadar özel bir yere koyduğumu ben de bilmiyorum. Adam çok fazla gururlu, burnu hep havalarda, sevdiği kadına olan aşkını olabilecek en kötü şekilde itiraf ediyor, kendini en olmayacak şekilde yansıtıyor, katlanılmaz özelliklere sahip – kısacası bana ona uyuz olmam için tüm sebepleri veriyor.

Öte yandan öyle bir büyüsü var ki, işte o büyü açıklanamıyor... Mr.Darcy; sürekli olarak ben ve benim gibi "Mr.Darcy’lerin varlığına hâlâ çocukça bir inatla inanan dünyanın dört bir tarafındaki yüzbinlerce kadın" tarafından gülümsenerek ve bir göz parıltısı eşliğinde anılıyor. Bu da kadınların açıklanamazlığı olsa gerek.

Yok canım, en sevdiğim erkek karaktere bu denli haksızlık yapmayayım, değil mi?

Elizabeth’in özgür ve biraz asi ruhunu sevmesi, çok güzel olmamasına rağmen ve de kendisiyle evlenmek için deliren onlarca asil aile kızına rağmen sevmesi, "kendine rağmen" onu sevişi ve "sevdiği kadına rağmen" sevmekten vazgeçmeyişi, onu birçok tipik erkekten ayırıyor. Bu kadar çok duyguyla dolu olmasına rağmen hepsini bir anda belli etmeyişi, süslü ve saçma sözlerle mahvetmeyişi ise ayrı bir güzel.

Nereye mi bağlayacağım yazıyı? Hemen bağlayayım..
Mr. Darcy, neredeysen çık ortaya bence artık =) Hayır kendim için bir şey istemiyorum canım, yüzbinlerce kadının ümitleri boşa çıkmasın diye...

29 Ocak 2010 Cuma

İtiraf

Muhtemelen yüzbininci kez okumak durumunda kalacaklar olacaktır aranızda ama olsun, yine de burada paylaştığım ilk yazılardan olsun istedim =)

***

İTİRAF
Zordur insanın âşık olduğunu kendine itiraf etmesi. Türlü hengâmeler arasında neden zaman zaman öylesine dalıp gittiğini, yerli yersiz sözler etmesinin, zamansızca gülüp, durup dururken ağlamasının sebebini nihayet kavramak ağır gelir insana. Afallar, duralar. Önce bir sorgu başlar içinde: Sahiden de aşk mı buna verilmesi gereken isim? Yoksa ben mi abartıyorum, ben mi çabalıyorum duygularımı bir kalıba sokmak için? Yok canım, ne alakası var, neden durup dururken başıma iş almak isteyeyim ki...

Ve sonra söz konusu kişiyle göz göze geldiği bir anda tüm sorguları bir tarafa bırakır. Sonunun mutsuzluk mu huzur mu getireceğini bilmeden kendini bir garipliğe kaptırmıştır artık. Kontrolü hepten yitirmiştir. Onun her sözünden, her bakışından, her davranışından bir anlam çıkartıyordur fark etmeden. Umutlandırıyordur kendini ve şüphesiz mutlu ediyordur çocukça. Derken zaman, mekân, kişi karışmaya başlar birbirinden ayrılmamacasına. Öyle ki onun yanındayken hiç kimse, hiçbir söz etki etmiyordur. Hani derler ya, “Sanki bir o var bu dünyada bir ben” diye... İşte tam da bunu yaşıyordur şimdi kaygısızca.

Ama her şey gibi bu kaygısız mutluluğun da bir sonu vardır. Ufak endişeler baş gösterir yavaş yavaş. “Acaba”lar ve “keşke”ler çoğaldıkça kalp ağrısı da artmaya başlar. O şiddetlendikçe de geçmişten kalma yaralar varlıklarını hatırlatır insana. Karşılık aranıp da bulunamayan her aşk, her hayal kırıklığı bir kez daha yakar insanın canını yok yere.

Ve sıra uykusuz gecelerdedir. Bu noktada artık herkes adına konuşamam ama uykum iyice kaçınca çözümü hayalî diyaloglarda bulurum ben zaman zaman.
Uzun, bitmek bilmeyen bir diyalog başlar böyle zamanlarda. Ben ve o arasında sürdüğünü varsaydığım ve bir yerden sonra devamını hep alternatif sonlara bağladığım diyaloglar zincirinden, kısa senaryolardan bahsediyorum. Kimi mutlu son, kimi gerçekçi, kimi üzücü... Ama benim ilk sözüm hep aynıdır. Hep klasik, alışılmış cümleler...

“ Bunu fark etmem gerçekten uzun zaman aldı. Yalnızken söylemek zorundayım o yüzden bir an önce söylüyorum lütfen sözümü kesme. Ben... seni çok uzun zamandır seviyorum. Sahiden. Biliyorum, cevabın olumsuz olacak olursa -ki muhtemelen öyle olacak- saçma sapan bir duruma düşmüş olacağım ama daha fazla içimde tutacak olsaydım daha kötü olacaktım! Birçok konuda iyi anlaşabiliriz aslına bakacak olursan; ama ben senin yanında bir süredir kendim gibi değilim. Yani senin yanında büründüğüm o kişiyi sevme zaten. Hiç istemem onu sevmeni, çünkü sürekli garip laflar ediyor o. Kızdırıyor seni saçmalayarak. Sen de onun ben oluşuna bir anlam veremiyorsun hem biliyorum, çünkü benim “gerçek” halime de şahit oldun tanıştığımız o ilk zamanlarda. Neyse. Ben de kendime kızıyorum hep neden orada şöyle şöyle demek varken o şekilde konuştum ki diye. Niye kendim olmayı beceremiyorum, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemiyorum? Herhangi başka bir zamanda varlığını fark etmeden hayatımı sürdürdüğüm detayların öylesine farkına varıyorum ki aklım bir yandan onlara gidiyor, bir yandan da senin gözlerinden kendime bakmakla uğraşıyorum. Bir de bana ait olmayan bir sesle, bana ait olmayan bir sıralamayla çıkan bana ait olmayan kelimelere şaşırıyorum. Ve bak yine saçmalıyorum, yine kısa konuşamıyorum. Belki imkânsız belki değil, bilmiyorum. Artık buna takılıp kalmıyorum bile. Sadece bil istedim.”

Kalp kıran, bol göz yaşı içeren bir gişe filminin parçası olmak istiyorsam o an, sevilebilirliğimin boyutlarını bilmek istemeyerek ve etraftaki eşyaları devire devire kaçarak gidiyorum bulunduğumuz yerden. Etraftakilerin varlığı yavaş yavaş gözüme çarpmaya başlıyor ve utanıyorum kontrolsüzlüğümden; ama hâlâ engel olamıyorum kendime. O ise benim arkamdan bakakalıyor. Gözlerinin üstümde olduğunu fark etmek ilk kez bu kadar korkutuyor beni. Sakinliğimle övünen ben, tir tir titreyerek adımlarımı sıklaştırıyorum, sırf arkamdan gelecek olsa bile bana yetişemesin diye. Sırf, vereceği tepkiyi o an duymayayım, o mutluluğu ya da o acıyı ya da her neyse o duyguyu biraz olsun öteleyebileyim diye.

Gerçekçiyse senaryom, ne diyeceğini bilemeden bakıyor bir süre bana. Sonra özür diliyor benden, yok yere özür dileyince kendimi daha iyi hissedecekmişim gibi düşünerek. “Belki ileride...” diye düşünme fırsatını kendime veremiyorum çünkü ilerisi dâhil değil senaryoma, çift zamanda yaşayamıyorum bu hikâyede. O an orada yok olmak geliyor yalnızca içimden. Ona olan öfkem yüzünden mi bu hissettiğim, kestiremiyorum. Tek bildiğim kendime acımaya başlamış olmam ve bu durumdan nefret etmem. Ona öfkeliysem de sırf bu yüzdendir belki, kim bilir?

Mutlu sonla bitiyorsa hikâye, meğer kahve fallarına inanmak gerekiyormuş. Meğer asıl kendisinde varmış uzun zamandır sürüp gitmekte olan bir sevilebilirlik sorgusu. Benim ona söylediğim her sözü hep kötüye yoruyormuş kendisinin de sevilebilir olduğunu unuttuğu için, ona hissettirmeye çalıştıklarımı hep yanlış anlıyormuş. Güzel sohbetlerin arasına serpiştirdiği sert çıkışlar bu yüzdenmiş. Hakkımdaki tüm ufak detayları aklında tuttuğunu fark ettirdiği anda bir sözle ya da bir hareketle aklımı karıştırmaları da hep bu yüzdenmiş. Göz göze geliyoruz. Sonra...

Sonra yatağımdan kalkıyorum, pencere kenarına gidip derin bir nefes alıyorum. Hava hâlâ sıcak dışarıda, muhtemelen birkaç apartman ileride gecenin o saatinde kendini balkona atmış o kız da benimle aynı durumda. Hırpalayıp duruyor kendini, belli. Komşunun oğlu da aynı sebepten dalgın bir süredir zaten, “Boş ver, gerçekten sana göre değildi o.” dediğimde buruk buruk gülümsemişti sadece. Çok kızmıştım kendime asansörden inince, o bana aynı şeyi dese nasıl hissedeceğimi düşünmüştüm ve artık kendimle bütünleştirdiğim o hüzün kaplamıştı içimi.

Nedense uyuyamayacağımı kabulleniyorum birden. Tıpkı âşık olduğumu ve yine çok üzüleceğimi (ama belki de bir o kadar da mutlu olacağımı) ve çok ağlayacağımı (ama belki de bir o kadar da güleceğimi, gülümseyeceğimi) ve çok öfkeleneceğimi (ama belki de her seferinde bir kez daha aşkı hissedip durulacağımı) kabullenmem gibi.
Belki biraz iyi gelir diye hafif bir müzikle dolduruyorum odayı.
Uyumuşum.

27 Ocak 2010 Çarşamba

Soundtrackler

İzlediğim filmlerin (ve de bazen dizilerin) soundtrack'lerini dinlemeyi çok seviyorum..
Özellikle çok sevdiğim bir filmse, müziği dinlerken bazı sahnelerin çağrışması hoşuma gidiyor sanırım. Kimi zaman kendimle ya da çevremdekilerle bağdaştırdığım film karakterlerini anımsatmaları çekiyor beni, bazen enstrumantal olanlarını dinlemek en sinirli, en gergin anlarımda rahatlatıyor (Klasik müzik dinlemekten çok hoşlanan biri olmamama rağmen film müziklerinin klasik müziği andıranlarını dinlemeyi sahiden seviyorum galiba. Örneğin Dario Marianelli, Hans Zimmer ve Yann Tiersen'ın bestelerini artık diğer müzisyenlerden ayırır hale geldim), bazen de şarkı sözlerine fazlaca kaptırıyorum sanırım kendimi.. Öyle ki, eğer şarkı sözü bana belirli bir anı, belirli bir kişiyi hatırlatıyorsa (abartmıyorum) aynı şarkıyı iki-üç gün boyunca sürekli dinleyebiliyorum..

İki gündür sürekli dinlediğim şarkı ise, Band of Horses'ın "No one's gonna love you" şarkısı. Soundtrack'ini yeni keşfettiğim Chuck'ın (ki müzik albümünü sevdiğim nadir dizilerden oldu bu şekilde) albümünden. Kendimle çok fazla bağdaştırdığım bir şarkı değil aslında, birinin birisini çok fazla sevmesinin bir başkasının o kişiyi en az o kadar sevemeyeceği anlamına gelmiyor çünkü. Ama bu cümleyi zaman zaman ben de içimden (ama sırf içimden=) ) geçirdiğimden olacak, dinledikçe dinleyesim geliyor.

Yine bu aralar sıklıkla dinlediğim ve dinlemekten her daim keyif aldığım film ise Serendipity. John Cusack'in sevimli hallerini hatırlatıyor diye mi, keşke yan rollerden daha jönümsü rollere geçse artık dediğim John Corbett'le bağdaşan şarkılardan mı, klasik bir hikayeyi bence büyülü bir hale getirmiş olan filmin genel romantikliğini pek sevdiğimden midir bilmiyorum, albümdeki tüm şarkılar sahiden çok güzel.

Filmi izlemediyseniz izleyin orası ayrı ama illa bu soundtrack'e bir şans verin derim...
Ve tabi Chuck'ın birçok tarzda şarkıyı içeren albümünden de başka güzel şarkılar bulacağınız da bir gerçek.

(Not: Bahsettiğim Chuck albümü orijinal soundtrack'ten değil, bütün bölümlerde çalan tüm şarkıların toplandığı bir playlist demek daha doğru aslında.)

Damla diyor ki...

Aslında uzun zamandır aklımdaydı bu blog'u açmak ama günlük hayat koşturmasından çok sevdiğim yazı yazmaya bile zaman ayıramaz olmuştum..
Fakat buna bir son verme zamanı geldi diye düşündüm artık! =)
Bu blog'da zaman zaman kendi yazdığım öyküleri, denemeleri paylaşacağım, ya da o gün izlediğim bir filmden, 100 kez dinleyip bıkmadığım bir şarkıdan, "bunu ben yazsaydım ya.." dediğim kitaplardan bahsedeceğim, bazen başka insanların beğendiğim yazılarından alıntılar yapacağım, bazen de günlük niyetine kullanıp içimi dökeceğim.

Bakalım nasıl bir şey çıkacak ortaya...